Hasan Ali Yücel’in 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla kaleme almış olduğu köşe yazısı.
30 Ağustos; Yok olmayı göze almışların kendilerinden sonra gelenlere ve geleceklere bir vatan verdikleri gün. Orada döğüşenlerin hepsi “şehid”tir. Yalnız savaş meydanında can verenler değil, ondan sonra yıllarca yaşayıp ölenler ve henüz sağ olup bir gün hayat denilen emaneti sahibine teslim edecekler de birer şehiddirler. Bu kahramanların ölüsüne, dirisine minnetliyiz.
Onların her biri başlı başına bir milli varlıktır
Onlar, vatanseverliği lâftan kurtarmış, hayat hamlesi haline getirmişlerdir. Bu sebeble ölümsüzdürler. Onları unutmak, onları yok etmek; kendimizi yok etmektir. Bir dilim kuru ekmeğin hakkını unutmamakta ahlâkının temelini gösteren bir millet, kendisine bir vatan bağışlamış olanları gönlünden çıkarabilir mi?
Salih Omurtak, 30 Ağustos şehidlerinden biri idi. Yakında aramızdan ayrıldı. İsimsiz bir neferinden ismi söylenmeden hatırlanan Başkumandanına kadar kahraman bu ordunun savaşçı ve başarılı bir parçası idi. Başkumandan Meydan Muharebesinde 61’inci tümen… Gene yarbay Salih Bey, bu tümenin kumandanı idi. Sade kumandanı mı, o akıncılar kafilesinin ruhu idi.
Kızlar Yaylası’nda, bağrımıza kadar sokulmuş Yunan ordusunun bir kanadını döğüşe döğüşe o tümen tuttu ve Kızlar Yaylası’nı “Erler Meydanı” haline o tümen getirdi. Bu tutuş, öbür kanada yüklenen kolordularımızın zaferini hazırladı ve kanadları parçalanan çelik kuş, can havlile kendini İzmir kıyılarından denize atmağa mecbur oldu.
Kızlar yaylasında döğüşen yiğitlerin başı Salih Omurtak için Garb Cephesi Kumandanı İsmet Paşa şöyle diyor;
“Salih Omurtak, 26 Ağustos harekâtında bir tümene kumanda etmiş olmakla beraber harbin neticesi üzerinde birinci derecede müspet tesir yapmış olan en yüksek komutanlarımızdan biri olmuştur. Askeri tarihimizin kendisini hem sanat, hem şahsi kumandanlık vasıfları ile tebcil ederek yâd edeceğine şüphe yoktur.”
20. asırda İstiklâl zaferinden daha ehemmiyetli bir hâdise olmamıştır
Bu şehadet, üstleri ve altları gibi yarbay Salih Beyin de şehidlik mertebesini ne kadar haklı kazandığının delilidir. Esasen bu Kurtuluş Savaşında bulunanlardan hiçbiri, bu savaştan ne önce, ne sonra bu savaştaki hizmetleri kadar mühim bir hizmette bulunamamışlardır. Bulunamazlardı. Çünkü Türk tarihinin XX. asır bölümünde İstiklâl zaferinden daha ehemmiyetli bir hâdise olmamıştır. İkinci Viyana bozgunu ile başlıyan gerileme, bu zaferle durduruldu. Bu zafer, bir yıkım devrinin sonu, bir yükselme devrinin başıdır.
Bu zafer, ümmet devrinden millet devrine geçiştir. 30 Ağustos zaferi, adı belli bir düşmana karşı değil, muzaffer asırlarımızın isimsizleştirdiği derin hınca karşı kazanılmıştır. O amansız, korkunç hınç, bu zaferle hürmet ve hayranlık duygularına kalbolmuştur.
O kadar ki, bugün devam eden millî hayatımız ve şerefimiz, o zaferin eseridir. İnkılap ruhunu kavramak, medeniyet özleyişini duymak istiyenler, bu zaferi bilgilerinin besmelesi yapmalıdırlar.
30 Ağustos zaferini doğuran hamlenin manası anlaşılmadan ne bugün erdiğimiz merhale, ne bundan sonra keseceğimiz uzun hayat yolları sisler içinden kurtarılıp şuurlarımızın aydınlığına çıkarılamaz. Bu zaferi idrak ve bu zafere hürmet, millî birliğimizin temel noktasıdır.
30 Ağustos ve 61’inci tümen
Salih Omurtak da bundan sonra ehemmiyetli işler gördü. Genelkurmay Başkanlığı’na kadar geldi. Fakat bu hizmetlerin, bu makamların, hattâ kazandığı rütbelerin hiç biri onun 61’inci tümen komutanlığına yeni bir yükseliş katmadı.
O, bunu o kadar iyi bilirdi, o kadar güzel takdir ederdi ki… Daha genç denecek yaşta, kendisinin ordu ve memleket hizmetinden çekilmesine sebeb olan hastalığı bile ondaki bu kuvvetli anlayışı bozmamıştı.
Orhantepe’de bahçebir komşuma geçen sene 30 Ağustos gününü tebrik için gitmiştim. Yeni hâdiselere kayıdsız kalan hafızasını otuz seneden fazla bir geçmişe çekmek için o günlere aid olup bitenleri, bildirdiğim muharebe safhalarını, kendi kahramanlıklarını anlattım. Beni gülümsiyerek dinledi, dinledi;
Sonra birden ciddileşti, hayatının son yılına girmiş o harab varlık bir depreme tutulmuş gibi titredi. 61’inci tümen komutanı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Salih Omurtak, mütevazı, merhametli, güzel şeylerden zevk alır, herkese iyilik etmeyi severdi. Zarifliği, kibarlığı orduda ve dostları çevresinde onun ayırıcı vasıfları olmuştur. Fakat bu yumuşak ruh, haysiyet meselelerinde, hizmet ve vazife bağlılığında, aldığı kararları yerine getirme azminde kaskatı kesilirdi.
Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmasını memlekete dönerken yolda öğrenmiş olması, onun son yıllarının en büyük kederi olmuştur. Bunu bir türlü hazmedememişti. Dostluklarına bağlı, yükseklerine saygılı olmakla beraber hür ruhlu bir insandı. Bu bakımdan kendisine yukarıdan gelmiş şeref zedeleyici küçük baskılara karşı yaptığı hareketleri, onu tanıyanlar kolayca hatırlar.
Son yıllarında mazide yaşıyordu. Yusufpaşa’daki Mektebi Osmaniyi (bu özel okulda ben de okumuştum) bütün teferrüatile anıyordu. Müdür Ali Rıza Beyi, kızlar müdiresi ve müdürümüzün eşi Teyze Hanımı, hocalarını, dersleri, derslerdeki olan bitenleri pırıl pırıl hatırlıyordu. Hafızasında Türkçe, Farsça, Arapça, Fransızca şiirler vardı.
Bunları sade otomatik olarak mı tekrarlıyor diye şüphe etmiştim
Halbuki okuduklarının manasını pek güzel açıklıyordu. Meselâ şu beyitleri okuduğu zaman;
“Men hudâyem, men hudâyem, men hudâ.
Fârigem ez kürü kîn-ü ez hevâ
Sırr-ı bîsernâmera peyda kunem Âşıkanrâ der cihan seydâ kunem.”
– Paşam, bunu kim söylemiş? diye sormuştum. Verdiği cevab şu olmuştu;
– Allah. Ondan başka kim “ben hudâyım” diyebilir?
Ne kadar doğru bir cevab! Kim ondan başka kibirden, kinden, hava ve hevesten uzak olur? Kim ondan başka, sernamesi olmıyan sırrı bu başlangıcı bilinmez kâinatı meydana getirir? Kim ondan başka, cihanda âşıklara âşık olmanın yüceliğini gösterir? Bir de lâtifeli bir deyişle neşeli zamanında şu beyti söylerdi;
“Neler geldi, neler geçti felekten
Un elerken deve geçer elekten…”
Bunu söyler ve gülerdi. Biz de gülerdik. Ne acı gülüş… Fikret’in Tarih-i Kadimi’ni pek severdi. Fakat onu okurken nasıl ciddîleşirdi? Heceleri teker teker söyliyerek durmadan, kekelemeden beyitleri arka arka dizerdi;
“Beşerin köhne sergüzeştinden
Bize efsâneler terennüm eden…”
Bunları Fikret değil, sanki Salih Paşa, aziz dostum ve komşum Omurtak söylemiş gibi söylerdi. Şiir bitince “neler geldi, neler geçti”yi tekrar ederdi ve bunu bilerek, bu defa Fikret için söylediğini anlatarak tekrar ederdi.
Askerler hiçbir zaman ölmezler
Bir gün kardeşinin torunları, ses makinesine bir plâk koydular. Marşa benzer bir şey. İçinde Washington, Bradenly, Eisenhower, Bradly, McArthur isimleri geçiyordu. Paşa, kımıldamadan, sessiz dinlemekte idi. Plâk bitti. Bir daha sardırdı. Varlığının kökü kıyılarına bağlı, Karadeniz’in koyulukları açık mavi gözlerine çarpmış gibi hüzünlenmişti. Bu bir Amerikan asker türküsü imiş. Söylüyor, söylüyor, arkasından tekrarlıyor;
“İhtiyar askerler hîçbir zaman ölmezler
Onlar sadece uzaklaşıp kaybolurlar…”
Salih Omurtak, sakin, dudaklarında emniyetli bir gülümseme, fakat gözleri ıslak, bir tepenin üstüne yavaş yavaş çıkıyor gibi idi. Bir sene sonra tepeyi döndü ve gözlerimizden kayboldu. Kafile başı Atatürk olarak birçok kumandanlarımız ve erlerimiz hep aynı tepeye çıktılar, gözden kayboldular. 30 Ağustos Zaferi’ne imza atan kumandanlarımız ve erlerimiz de öyle…
Fakat ölmediler. Nasıl ölürler? Ölemezler. Onlar, Türk milletinin şerefleridirler. 30 Ağustos Salih Omurtak’ı, Salih Omurtak bütün bu aziz varlıkları bana hatırlattı. Hepsinin mekânı cennet olsun…
Hasan Ali Yücel – Cumhuriyet
Not: Hasan Ali Yücel bu yazıyı 1950 ila 1960 yılları arasında, Cumhuriyet Gazetesi’nde “Köşemden” adlı köşesinde, bir 30 Ağustos gününde yayınlamıştır.
